Sunday, September 24, 2006

Meknes gezisi

Nadya Hanım'ın, beni karşılarken "Glü Glü", ve hemen akabinde "Allahısmarladık" demesi oldukça komikti. Annesinden bazı kelimeler hatırlıyor olmalı, "ooo, ben gideyim o zaman" deyip ayaklanınca, yanlışının farkına vardı. Anne tarafından dedesi Adana'lı bir Türk, ve en son 1975'te, karayoluyla Avrupa üzerinden Lübnan' giderken Türkiye'ye uğrarlarmış. Bu hanımefendi, geçen ay ilk tanışmamızda benim Türk yoğurdu özlediğimi öğrenmiş, Maha vasıtasıyla bana kendi mayaladığı yoğurdu göndermiş idi. Bugün yemekte bol bol yoğurt yedim. Ayrıca lavaş, ve peynir ikram ettiler, ve ertesi sabah kahvaltıda da pastırma. Bunların hepsini Türk yemeği olarak biliyorlar, ve ben bir şekilde onur konuğu gibi ağırlanmaktan oldukça mutlu oldum.

Edebiyat derslerinde, "efilatün, efilatün, failün" ne işimize yarayacak deyip sızlanmış olan arkadaşlarıma iletirim ki, Mustafa Bey'le şiirin matematikselliği üzerine konuşurken benim ağzımdan efilatün'ü duyunca, "extraordiner, extraordinar" deyişi oldukça ilginçti.
Arapça konuşulurken araya girip, "bunu da biliyorum, bunu biz de kullanıyoruz" demekten ben bile bir müddet sonra sıkıldım. En bariz farklardan biri, 'ramazan=ramadan' şeklinde formüle edebileceğim biz Türklerin arapça "dad" harfini "zad" olarak duymamız. Bunun dışında o kadar çok sözcük var ki ortak. Tabii benim biraz eski dile aşinalığımın da bunda etkisi var, yoksa benim yerimde 29 yaşında başka bir Türk olsa bu kadar çok ortak kelime yakalayamayabilirdi diye düşünüyorum. Mesela bugün Emin Çölaşan'ın yazısında Fatih Sultan Mehmet'ten alıntı yaparken
"Ben ki İstanbul Fatihi abd-i aciz (aciz kul) Fatih Sultan Mehmed, bizatihi alın terimle kazanmış olduğum akçelerimle (paralarımla) satun alduğum 136 bab (kapı-adet) dükkánımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde (doğrultusunda) vakfı sahih eylerim... (Vakıf kurduğunu bildiriyor.)Ayrıca külliyemde bina ve inşa eylediğim (yaptırdığım) imarethanede (yoksullara ücretsiz yemek dağıtılan yerde) şehitlerin harimleri (karıları) ve İstanbul fukarası yemek yiyeler"
cümlesinde ne kadar da çok açıklama yapmak zorunda kalıyor. Sizce de bu işte bir terslik yok mu?
Abdurrahman Bey'in rehberliğinde, Meknes şehrini gezdik. Önce yeraltına inip, Fas emiri Ismail tarafından esir alınan kölelerin hapsedildiği tüm Meknes kentinin altından geçen 8 km uzunluğunda olan zindanları gezdik. Sonra, Royal Golf Klübünde şimdi ki kral 6. Mohammed'in golf oynadığı yeri gördük. En son olarak da camii'leri gördük.
Camii girişlerinde bize gıpta ile bakan turistleri görmeliydiniz. Grupta tek müslüman olmayan Julia idi, hatırlanırsa Julia Yahudi, ancak onun da camiiye girişine izin verdiler. Tabii tüm bunlar Abdurrahman ve Mustafa Beyler sayesinde, onlar olmasaydı biz golf klubunu göremez, Julia'da kapida Japon olurdu.

Gece ayrılmadan önce güzel bir yemek daha yedik. Ifrane'a gece 1'de vardığımda midemi zor taşıyordum. Sahur'a kalkmanın bir manası yok, bu şekilde bir hafta idare edebilirim. Şimdi gidiyorum çünkü Nadya bana peynir ve bir iki şey daha verdi ki, onları bitirmem gerekiyor.
Ramazan Kebir, Ramazan Mubarek.

Maha ve ailesi

Maha, bizim okulda Fransızca öğretmeni olarak görev yapıyor. Haftasonu bizi Meknes'te ailesinin evine davet etti. Maha'nın ailesi aslen Lübnan'lı, ancak 4 çocukları da Fas'ta doğmuş.

Ben, Sami, ve Julia, hep beraber Cuma akşamı yola çıktık. Grand taksi ile 1 saat süren yol sonunda Nadya Hanım ve Mustafa Bey'lerin evine ulaştık. Maha'yı tanıdığımız için önceden hazırlıklıydık ve hiçbirimiz yemek yememiştik.

Mustafa Bey ve eşi Nadya Hanım emekli matematik profesörleri, ve salonu kitaplarla ve tablolarla dolu küçük bir evde yaşıyorlar. Julia yol boyunca Sami'yle tazelediği Arapça'sını konuştururken, zaten akıcı olan Fransızca sayesinde oldukça rahat iletişim kurdu. Sami ise Arapça konuşuyordu, eh ben tercümelerle idare etmeye çalıştım. Hatta, Mustafa Bey,
- "eh sen şimdi ben Türküm, Türkçe'den başka dil öğrenmem dersin" diye takılırken, Julia'ya tüm Arapların uzun bir süre Türkler tarafından yönetildiğini açıkladı. Arapça kursuna başladığımı açıkladım, ve Arapça öğrenme isteğimi kibralıktan değil samimi olarak ifade ettim. Ancak bilinçaltımda, ve hatta belki yüzyıllardır çoğu Türk'ün bilinçaltında Mustafa Bey'in ifade ettiği düşüncenin var olduğunu itiraf etmeliyim. Osmanlı Imparatorluğu zamanında tüm tercümeleri ermeniler va yahudiler yapardı, Türkler dil öğrenme konusunda oldukça isteksizdiler ve bu nedenle de biraz beceriksiz ve tembel. Belki bir gün tüm dünya Türkçe konuşursa bu eksiğimiz de giderilir.


Mustafa Bey'le El Kharizmi, ve müslüman matematikçiler üzerine konuştuk, bana tercüme ettiği kitapları gösterdi, etkilenmemek mümkün değildi. Mustafa Bey'in bazen çatpat İngilizcesi ile, bazen Sami'nin Arapça tercümesi ile, bazen de Julia ile Fransızca konuşarak oldukça güzel devam eden sohbet, Mustafa Bey'in davet ettiği udî arkadaşının nameleri ile şenlendi. Eh, amerikan müziği çalacak değillerdi tabii. Salolsunlar!, Üsküdar'a gider iken'i duyduğumda çoktan kanatlamıştım. Sonrasında yine Tanburi Cemil Bey'den güzel şarkılar çaldılar. Türki, "Cemil Beg" diyorlardı. Mustafa Bey, udi arkadaşını, "Allah", "Ahsen", "Bravo" diyerek takdir ederken oldukça eğleniyor görünüyordu. devam edecek...